Merhaba dünya!

Welcome to WordPress.com. This is your first post. Edit or delete it and start blogging!

Genel içinde yayınlandı | 1 Yorum

BİR SAPANIM.bir ben veBİRDE DUALARIM…

***Bir sapanım, bir ben ve bir de duâlarım…***

 

Bir sapanım var ve yüzlerce taşlarım…

Öyle bildiğiniz taşlardan değil, seçilmiş bunlar. Hani attığın zaman beyni yaran taşlar.

Bir kat elbisem var, kenarları sökük. Bakmayın sökük olduğuna tertemizdir.

Ayakkabılarım var kenarları yırtık. Olsun. Ya hiç olmasaydı!

Babamdan yadigâr kolyem var boynumdan hiç çıkarmadığım ve bir de annemin taktığı muska.

Seni kötülüklerden korur demişti annem takarken, ölüm döşeğinde.

Ve bir de yanımdan hiç ayırmadığım resim var koynumda sakladığım. Annem-babam-abim-ablam ve ben…

 Minnacık duruyorum orda. Babam, annemin omzuna atmış elini, ben annemin kucağında,

abim ve ablam yanyana.

Bomba sesleri arasında dünyaya gelmişim. Bodrum katta dünyaya açmışım gözlerimi ve

 savaşa ve kana ve barut kokusuna…

Alıp götürdüler bir gün abimle ablamı. Babam koştu peşlerinden, kör hücrelere tıktılar onu.

Annem dayanamadı bu acıya, o da gitti hiç dönmemecesine.

Bir başıma kaldım buralarda, bir başıma sapanımla ve taşlarımla…

Her taşımı annem-babam için, abim-ablam geri dönsün diye atıyorum.

Yanağımdan süzülen yaşlar senin için ablam. Hani bana çikolatalı pasta yapacaktın ya.

 Yapacaksın bir gün abla, onun için bu taşlar. Başka çocukların ablaları da gitmesin diye bu taşlar…

Hani beni parka götürecektin ya abim, çarpışan arabalara binecektik, dönme dolaba, trene.

 Bu taşlar onun için abim. Hiç gidemeyeceğimiz parklar için bu taşlar abi.

Parka gidemeyen çocuklar kalmasın diye, bu taşlar…

Ey koca tank!

Sen mi beni korkutacaksın? Sen mi ölümüme sebep olacaksın. Dertlilerin dermanı,

çaresizlerin çaresi Allah’ım var benim. O istemedikçe bir adım yaklaşamazsın bana.

Ama o isterse bu avuçladığım taşlar mezar olur sana. O isterse Ebabil kuşlarını yollar,

 dağıtır, perişan eder.

Kaç metre uzağa fırlatabilirsin füzeni, ne kadar uzağa düşürebilirsin bombalarını?

 Kaç gönlü yangın yerine çevirebilirsin?

Söyle ey koca tank, kaç ocağı tarumar edebilirsin…

Ben söyleyeyim.

Senden hızlı giden, senden çabuk ulaşan duâlarım var benim. Yangın yerini gül bahçesine

çeviren yakarışlarım var benim, gözyaşlarım var puldan öte, zarftan ziyade.

Melekler taşır benim mektuplarımı.

Hâlâ üstüme gelmeye razı mısın? Hâlâ taşlarıma hedef olmaya, dilimde bedduâ olmaya var mısın?

Dilimde duâlarıma düşmeye heybetin yetecek mi dersin?

Bir ben varım, bir sapanım, bir de taşlarım ve bir de duâlarım…

Benden korkmuyorsan çık karşıma!

Ve vaad edilmiş gün gelince taşlarım bile hesap soracak senden.

 Ben onlarla oyun oynuyordum, sen geldin, silâh oldu onlar ellerimde…

Suveyda GÜNER YENİ ASYA28.03.2008 alıntı

 

Genel içinde yayınlandı | Yorum bırakın

YüZyIlIn İyİLİK HaReKeTi

 
 
                                    YÜZLERCE YILLIK İYİLİK…
 
    Birzamanlar atalarımız varmış, adam gibi adam, adına OSMANLI derlermiş…
onların binlerce güzel uygulamalarından birtanesi de SADAKA TAŞLARIymış…
    peki nedir sadaka taşları;
insanların bol bulunduğu mekanlar,büyük camiler ve benzeri mekanların biköşesinde
içi oyulmuş büyük taşlar…
   ne işe yarar bu taşlar;
zamanın zenginleri sadaka,zekat vs mallarının borçlarını bu taşlara bırakır, fakir fukara da buralara
tenha zamanlarda gelir,elini sokar taşın içine, ihtiyacı kadarını alır, fazlasını geri koyarmış…
  böylece VEREN EL GURURA KAPILMAZ,ALAN ELİN DE BOYNU BÜKÜLMEZmiş…
İSLAMın bu güzel emrini yüzyıllarca uygulamış atalarımız OSMANLI. belki bugün öyle bişi şeklen olmaz.
zira zenginimiz (geneli) bırakmayacakmış gibi sıkar parayı, fakirimiz de (geneli) buldumu tokgözlülük
yapmaz hepsini alır aldımı…
 
   ŞUANDA iyilik hareketlerimiz var bizim… ”DENİZ FENERİ”, ”KİMSE YOKMU” ,”İHH” ve benzerleri…
   ve
   onların güzel hizmetleri var ecdadı hatırlatan…
   ve onların BENİM TAKTIĞIM İSMİYLE ((MODERN SADAKA TAŞLARI)) VAR…
TIPKI eskiden sadaka taşlarında olduğu gibi, veren ve alanın belli olmadığı, belli olanın sadece ALLAH RIZASI
olduğu… neymi deniz fenerinde olduğu gibi SMS(5560) HİZMETİ
   bizlere düşen MODERN SADAKA TAŞLARINI sms’lerimizle doldurmak… tabiiki ALLAHRIZASI için http://video.google.com/googleplayer.swf?docId=1822192998936960253&hl=en
 
 
Genel içinde yayınlandı | 1 Yorum

.nur

Genel içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Mü’minin MİRACI

Namaz kılacaktım!
 
O ALTMIŞ YAŞLARINDAYDI…
Dostum Zerrin Hanımın teyzesiydi…
Hayatı yaşamayı, gezip eğlenmeyi pek severdi.
Ona göre insan dünyaya bir kez gelmişti. Öyleyse hayatın tadını çıkarmalıydı. 
Bu sebeple İslâmî hayatla arası yoktu. Ona göre insanlar ihtiyarlayıp beli
büküldüğü zaman namaz kılmalı ve örtünmeliydi.
Yeğeni Zerrin örtündüğü zaman şok olmuştu. Onu bu hayattan sürekli
uzaklaştırmaya çalıştı: 
“Kızım sen daha çok gençsin. Bu yaşta öcüler gibi nasıl kapanıyorsun.
Hem kocan seni beğenmez. Eskisi gibi süslen püslen. Bu ne, temizlikçi
kadınlara dönmüşsün.” deyip, Zerrin Hanım’ı vazgeçirmeye çalışıyordu.
 Zerrin Hanım ise:
“Teyzeciğim, eşim benim bu halimden memnun. Onun gözü şimdiye kadar
başka kadınlarda olmadı ki, bundan sonra olsun” diyerek itiraz ederdi.
Fakat teyzesi ikna olmaz itirazını sürdürürdü:
“Şimdiye kadar güzeldin. Şimdi güzelliğini kapattın. Onun için eşinin
gözü başka kadınlara kayabilir.”
“Ablam açık, ama kocası her gün bir kadınla geziyor. Buna ne diyeceksin?
Eğer bir erkek başka kadına ilgi duyarsa bunu ancak dini duyguları engelleyebilir.
 Zaten dinimizde bir erkeğin başka kadına başka gözle bakması haram.”
Aslında Zerrin hanımın teyzesi kendisini çok seviyordu.. Kendine göre
kurtulmasını istediğinden üstüne düşüyor, yeni tarz hayatından vazgeçirmeye
çalışıyordu. 
Bu yüzden karşılıklı konuşmaların ardı arkası kesilmiyordu: 
“Sen daha çok gençsin yavrum, hele bir yaşlan. Hacca gider
günahlarını affettirir, örtünürsün.”
“Peki teyzeciğim, ya hacca gidemeden, yaşlanmadan ölürsem?”
“Canım bu yaşta ölümü düşünme”
“Ya ansızın gelirse?”
Zerrin’in teyzesi sıkıştığında saldırganlaşıyordu:
“Senin kafan örümceklenmiş. Ne yapsak içine bir şey girmiyor.
Hiç aynaya bakmıyor musun? Eski Zerrinle yenisi arasındaki farkı
 görmüyor musun? Allah aşkına kızım kendini neden kandırıyorsun.
Sinema yok, tiyatro yok, dans yok, müzik yok. Peki bu nasıl zevk almak?”
“Zamanında hepsini yaptım teyze. Ama itiraf ediyorum, şimdiki hayatım
çok daha zevkli.”
“Eşin nasıl da seni böyle geri kafalı yaptı? Beynini yıkadı?”
“Yapma teyzeciğim. Uzun sandığın hayat çok kısadır. Göz açıp
kapayıncaya kadar geçer. Sonra sen de pişman olursun.
Gel sen de Allah’a kul ol.”
“Neee. Senin gibi öcü mü olacağım. Hele dur daha çok var.”
“Bir gün iş yerimde kadınlık gururumun kırıldığını hatırlıyorum.
 İşe makyajsız gitmiştim. O gün yabancı misafirler firmayı
gezmeye gelecekmiş. Müdür yanıma gelip
“Zerrin Hanım bugün o muhteşem güzelliğiniz neden yok?” dedi. Ben de:
“Güzelliğimin işimle ne alâkası var?” dedim. Bana: 
“Efendim, siz bizim iş yerimizde vitrinimizsiniz. Sizin güzel olmanız gerek.”
“Ben bir iş yaptığımı sanıyordum. Adamlar beni meğer bir süs eşyası,
dekor olarak görüyorlarmış!Artık örtüm sayesinde bu tür aşağılanmaktan kurtuldum.” 
“Bunlar sana şimdi heyecan verir ama sonra usanırsın.” 
“Bu geçici bir heves değil teyze. Bak dilersen sana bir şey okuyayım:
“Dünya durmuyor gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun.
 Bak ihtiyarlık şafağı kulaklarının üstünde doğmuştur. Başının yarısından
fazlası beyaz kefene sarılmış. Vücudunda yerleşmeğe hazırlanan hastalıklar
ölümün keşif kollarıdır. Ama ebedî ömrün önündedir. O ömürde göreceğin lezzet,
 ancak bu fani ömürde çalışmalarına bağlıdır. Senin o sonsuz ömürden
hiç haberin yok. Ölüm seni uyandırmadan uyan.” 
“Sen bunları nereden okuyorsun?”
“Said Nursi’nin Kur’an tefsirinden.”
“Eyvah, nereden buldun bu kitapları? Yoksa sen nurcu mu oldun?
Konuşmalarından belliydi zaten. Demek nurculara karıştın ha?”
Teyzesi, toplumda yalan yanlış dolaşan kanaatlerini bir bir sayıp
dökmeğe başladı:
“Eskiden beri biz gazetelerde nurculuğun fena bir şey, “irticai” faaliyetler
olduğunu okurduk. Said-i Nursi’nin bütün hayatı hapiste geçmiş.
Tehlikeli ve suçlu olmasa hapse atarlar mıydı?”
“Teyzeciğim, tüm kulaktan dolma yanlış bildiklerini gerçek sanıyorsun.
Oysa piyasada çok silik söz dolaşıyor. Peygamberimizi de yurdundan
göç etmek zorunda bırakmadılar mı?. Peki peygamberimiz tehlikeli ve
suçlu olduğu için mi onca zulmü yapmışlar? Üstelik Said Nursi’ye açılan
bütün davalar beraatla sonuçlanmış. Bunu da biliyor muydun?”
Teyze saplantılarından bir türlü vazgeçmiyordu:
“Bak evlâdım böyle şeylerle uğraşma. Sana ne nurculuktan, sana ne
Said Nursi’den. Şu üç günlük dünyada ye, iç, eğlen.”
“Peki insanın dünyaya gönderilişinin bunlardan başka bir gayesi yok mu?
Nereden gelip nereye gittiğini, onu bu dünyaya göndereni düşünmesin mi?
Yaratıcının emirlerine göre yaşamasın mı?” 
“Canım dedim ya bu işi yaşlanmaya bırak. Sonra gençliğin gider, pişman olursun.”
Zaman böyle akıp giderken, Zerrin hanım arada gelip olan biteni
benimle paylaşıyordu. Son görüştüğümüzde teyzesi ile ilgili çok farklı şeyler söyledi:
“Teyzemle bu tartışmalarımız sürüp giderken aradan az zaman geçti
ve teyzem ne yazık ki kansere yakalandı!
Artık bütün gün yatıyordu. Hastaneye kaldırılmıştı. Ziyaretine gittim:
“Teyze” dedim. “Benden bir istediğin var mı? Sana nasıl yardımcı olabilirim?”
Teyzem yüzüme çaresiz ve pişmanlık dolu gözlerle baktı:
“Zerrin otur yanıma,” dedi.
Titreyen elleriyle ellerimi tuttu. Derin bir “ah!” çekti. Gözyaşları y
anaklarından süzülüyordu. Bütün vücudu sanki büyük bir fırtınaya tutulmuştu.
 Kesik hıçkırıklar arasında: 
“Sen haklıymışsın.” dedi. “Gerçekten hayat çok kısaymış, dünya faniymiş.
Bilmedim, bilemedim. Sanıyordum ki, Azrail benim kapımı hiç çalmayacak.
Yaşlandığımda namaz kılacaktım, hacca gidip tövbe edecektim. Yanılmışım.
Şimdiye kadar yaşadığım hayattan elimde sadece acılar kaldı. Şimdi sadece
 namazlarımı kılmak istiyorum.”
Teyzem bana yıllardır dindarlığımdan dolayı yapmadığını bırakmamıştı.
Özellikle tüm felsefesini yaşlanınca örtünüp ibadet etmek üzere kurmuştu.
Ama şimdi o felsefesinin iflas ettiğini, bir işe yaramadığını acılar içinde i
tiraf ediyordu. Ama iş işten geçmişti. 
Teyzemi mahcup etmemek için başımı önüme eğdim. Ama o tüm pişmanlık
dolu sözlerle itirafını sürdürdü:
“Namazlarımı kılacaktım. Ama artık günlerim sayılı. Ahhhh! Tekrar
dünyaya gelsem, sadece Allah’a ibadet ederim. Ömür bitmez, yıllar
tükenmez sandım. Ne olur benim için dua et.” dedi ve gözlerini yumdu.. 
Teyzemin çaresizlik içindeki pişmanlığı bana Üstad Bediüzzaman’ın şu
 ifadelerini hatırlattı:
“Eyvah, aldandık. Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik.
O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet,
şu güzeran-ı hayat bir uykudur, bir rüya gibi geçti.
 Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgar gibi uçar gider.”

Genel içinde yayınlandı | Yorum bırakın

DOST

dostluk…

DOSTUN ATTIĞI GÜL

“Kardeşlerimden ricâ ederim ki: Sıkıntı veya ruh darlığından veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan arkadaşlardan sudur eden fena ve çirkin sözleriyle birbirine küsmesinler ve ‘Haysiyetime dokundu’ demesinler. Ben o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın, bin haysiyetim olsa kardeşlerimin mabeynindeki muhabbete ve samimiyete fedâ ederim.”
Uhuvvet Risalesi, s. 74

Hallac-ı Mansur, cezbe ve sekir halinde söylediği ve mazur bulunduğu Ene’l-Hak cümlesi yüzünden idama mahkûm edilir. Onu asılacağı meydana getirdiklerinde etrafta mahşerî bir kalabalık vardır. Hallac-ı Mansur darağacını görünce güler ve kalabalık arasında gördüğü dostu Şibli’den seccade isteyerek iki rek’at namaz kılar. Ardından şöyle duâ eder: “Allah’ım burada senin dinin uğruna gayrete düşüp beni öldürmek için toplananların suçlarını affet.”

Bu esnada kalabalık içinden özellikle düşmanları, fırsat bu fırsat diye Hallac-ı Mansur’a taşlar atarlar. Hallac-ı Mansur bunlara ah bile demez hatta tebessüm eder, ama dostu Şibli ağlayarak kırmızı bir gül atınca Hallac-ı Mansur inler ve şöyle der: “Taş atanlar avam takımı, bilmiyorlar, halden anlamazlar. Onların taşı bizi incitmez ama halden anlayan bir dostun attığı gül bile bizi incitti, canımızı acıttı.”

İnsan hayata daha çok dostlarıyla, sevdikleriyle tutunur. Sevinçlerini onlarla paylaşarak arttırırken, acılarını hüzünlerini yine onlarla paylaşarak azaltır. Kişi, tanımadığı kimselerden bir kötülük, bir haksızlık gördüğünde çok incinmez, en azından hayal kırıklığına uğramaz ama dostundan gördüğü küçük bir eziyete bile katlanması çok zor olur. Başkalarının, hakkında yanlış düşünmeleri insanı fazla üzmez, yıpratmaz; ama sevdiği birisi, hakkında yanlış düşünürse, zarar verecek bir davranışta bulunursa işte bu insanı üzer, incitir. O kişi sıradan biri değildir çünkü, belki en zor günlerinde yanında olmasını beklediği insandır. Her şartta desteğini umduğu, hayatta en çok güvendiği kimselerden biridir. Hani Temel deniz kenarında yürürken elinde bir yılan taşıyormuş. “Neden elinde yılan taşıyorsun?” diye sorulunca “Denize düşersem lâzım olabilir” cevabını vermiş… İşte dostluk, denize düştüğümüzde yılana sarılmak zorunda kalmayışımızdır. Elimizden tutup bizi çıkaracak birisini her zaman yanımızda bulabilmemizdir.

Dostun gönlü, dostuna karşı hassastır, çok şeyler bekler ondan… Bu yüzden insan dostluk hukukuna çok dikkat etmelidir. Özellikle dostla hal ve harekete, konuşmaya özen göstermek gerekir. Çünkü bazı sözler, keskin kılıç gibidir, dostluğu keser, kalpte tedavisi zor yaralar açar, kalpteki muhabbet çiçeklerini kurutur. Bazen yerinde olmayan gereksiz bir istek, küçük bir tavır veya söz bile, çok büyük mutlulukların elden kaçırılmasına sebep olur.

Dostluk, fedakârlık ve emek ister. Her şeyi karşısındaki insandan bekleyerek elde edilemez hakikî dostluklar. Dostluk; mutluluk, üzüntü, hastalık, sağlık, darlık ve bollukta dostunun yanında olabilmektir. Marifet iyi gün dostu olmak değildir. Sadece iyi gününde yanında olmak dostluk da değildir zaten. Sahte dostluktur olsa olsa. Günümüzde ahlâkî bozulmanın etkisi dostluklarda da gösteriyor kendisini maalesef. Artık menfaat hesapları ortaya girince dostlar birbirlerine taş atmaktan bile çekinmiyorlar. Ve nice pırlanta yürekli insanlar, çok önemsiz basit dünyevî meseleler uğruna birbirlerinden ayrı düşüyorlar.

Bediüzzaman, kendisine en ağır haksızlıkları yapan insanlara bile bedduâ etmeyecek ve onların imanlarını kurtarmaları için duâ edebilecek seviyede gönlü büyük bir insandır. Böyle bir insanın eserlerini okuyanlar, günümüzde en ufak meseleleri gurur meselesi yaparak, amel cihetiyle bir nevî ortaklıkları da bulunan kardeşlerine küsebilirler mi, küsmeye hakları var mıdır?

Evet, insan dostun attığı gülden bile incinir ama Uhuvvet Risâlesi gibi bir reçeteye sahip olanlar, kardeşi kendisine gül değil taş bile atsa, o kardeşine karşı adavet beslemez, beslememeli. Kendisine düşmanlık edenlerin, hatta kendisini zindana atanların bile ıslâhı için duâ eden ve onlara acıyan bir Üstad’ın yolundan gidenler, her ne kadar ummadıkları bir şekilde dostları veya kardeşleri tarafından haksızlığa uğrasalar da, onlara gücenmeye hakları olabilir mi? Mesleği haliliye, meşrebi hıllet olanlar, birbirleri için ‘en yakın dost, en fedakâr arkadaş, en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş’ olmak zorundadırlar. ‘Bizler muhabbet fedaileriyiz, husûmete vaktimiz yoktur’ diyen Bediüzzaman’a talebe olma arzusunda bulunanlara yakışan şey, gerçekten muhabbet fedaisi olabilmektir. Ve marifet, Uhuvvet Risâlesi’ni başkaları için değil, insanın kendisi için okuyabilmesidir. Zira uhuvvet anlayışında küsmenin yeri yoktur. Bazen içten bir tebessüm, bazen bir selâm, bazen bir ses bile dostun gönlünde sevgi çiçeklerinin yeşermesini sağlayabilir. Zaten, ne hayat birilerine adavet edecek kadar uzundur, ne de dünyevî meseleler birilerine adavet edecek kadar önemlidir… Hafız-ı Şirazî’nin de dediği gibi, ‘Dünya öyle bir metâ değil ki, bir nizâa değsin.’

Hayatımızda kaç tane güzel dostumuz var acaba? Ya da tersinden soracak olursak, şu kısa hayatta kaç kişi için gerçekten güzel bir dost, güzel bir kardeş olabildik? Dostlarımıza, kardeşlerimize karşı hareketlerimize çok dikkat edelim ve kalplerini kırdıysak hemen özür dilemeyi de asla ihmal etmeyelim. Çünkü yarın özür dilemek için çok geç olabilir.

Ne mutlu İhlâs ve Uhuvvet anlayışının gereğini yerine getirebilenlere… Ne mutlu şu kısa hayatta en yakın dost, en fedakâr arkadaş, en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olabilenlere…

Hasan Yükselten

 www.hossada.biz. alıntı… 

Genel içinde yayınlandı | Yorum bırakın

aah vefa…

16 Aralık

ah vefa…

 

 VEFA…  

Bıktık şu her gün birkaç defa yeminini bozup ahdinden dönenlerden. Her sözü mübalâğa, her davranışı sun’î muâmelelerden ve vefa duygusundan mahrum uğursuz gönüllerden!.. Ve nerdesiniz! Ey bir vefa düşüncesiyle sözleştiği yerde günlerce kıpırdamadan bekleyen vefalı dostlar!.. Nerdesiniz ruhuyla bütünleşmiş vefa timsâli eroğlu erler!.. Nerdesiniz bir vefa uğruna harap olup, turâb olup gidenler ve çok bereketli bir devrin ak alınlı insanları!.. Kalkın; girin ruhlarımıza! Kamçılayın hayâllerimizi ve boşaltın vefa adına ruhlarınızda ne taşıyorsanız, hepsini sinelerimize! Mertliği, yiğitliği, vefayı bütün bütün unutmuş sinelerimize.. boşaltın da bizleri bu yeniden diriliş yolunda Hızır çeşmesine ulaştırın!…Fethullah Gülen…

 

                                    vefa umarken ondan…sen vefalı ol!                                                           

Bir savaşın en kanlı günlerinden biridir. Bir asker, en iyi arkadaşının az ileride kanlar içinde yere düştüğünü görür. İnsanın başını bir saniye bile siperin üzerinde tutamayacağı bir durumda, kurşun yağmuru altındadırlar. Asker, teğmene koşar ve “Komutanım, arkadaşım yaralandı, müsaade ederseniz onu alıp gelebilir miyim?..” diye sorar.

 Komutan, “Delirdin mi sen?” dercesine bakar ona, “Gitmeye değer mi?.. Arkadaşın delik deşik olmuştur… Yaşaması mümkün değil, çoktan ölmüştür bile. Kendi hayatını da tehlikeye atmış olursun, gitme.” der. Asker çok ısrar edince teğmen “Peki” der.. “Git o zaman…” Vefa abidesi asker o korkunç ateş yağmuru altında arkadaşına ulaşır. Onu sırtına alıp koşa koşa döner. Birlikte siperin içine yuvarlanırlar. Teğmen, kanlar içindeki askeri muayene eder; sonra da onu sipere taşıyan arkadaşına döner ve “Sana, ‘hayatını tehlikeye atmana değmez’, demiştim. Bu zaten ölmüş..” diye söylenir. Bu sitemi işiten asker, “Değdi komutanım, gittiğime değdi; hatta ölseydim, öldüğüme de değerdi.” der. Teğmen sorar.

“Nasıl değdi? Bu adam ölmüş, görmüyor musun?..” deyince vefa insanı cevap verir: “Gene de değdi komutanım. Çünkü yanına ulaştığımda arkadaşım henüz yaşıyordu. Kanlar akıyordu; ama beni görünce çok sevindi, tebessüm etti; belki bir cümlelik canı kalmıştı, son nefesinde şöyle dedi: “Geleceğini biliyordum dostum!.. Geleceğini biliyordum..”
“Geleceğini biliyordum” ifadesi aslında bize vefayı anlatıyor. Vefa, dost ikliminde yetişen güllerdendir. Büyüklerimiz vefayı hep dost olmanın ispat değeri olarak kabul ederler.

Eğer ’a karşı vefalı bir dost olmak istiyorsanız O’nun emirlerinden dışarı çıkmayacaksınız. Efendimiz’e vefa göstermek istiyorsanız O’nun sünnet-i seniyyesini hayatınıza hayat yapacaksınız. Dostum dediğiniz büyüklerinize, arkadaşlarınıza vefalı olmak istiyorsanız onları arayıp soracaksınız. Kurbette gurbet yaşamayacaksını z. Gurbette dahi olsanız kurbetin yollarını arayacaksınız. Bu konuda öne sürülen hiçbir mazeretin arkasına sığınmayacaksınız…

 

İlk arayan siz olun

Bir dostun bir dosta en büyük sitemi şu satırlar olsa gerek:

“Vefa umarken ondan
Doldu gözüm hicrandan
Kaldım yaya dermandan…”

Peki bu sitemi işitmemek içi ne yapmalı? Dostlarınızı daima vefâ ile hatırlayın. İlk arayıp soran, ilk el uzatan, ilk mesaj çeken, ilk kucaklayan siz olun. Şunu da unutmayın: Kula vefâsı olmayanın Hakk’a vefâsı olmaz.

Yazımızı ehl-i vefa bir sinenin şu haykırışıyla noktalayalım:

Ne olursan ol hep vefâlı ol. Emanete sahip çık, atana vefâlı ol. İdealine sarıl, evlâda vefâlı ol. Ömrü hakkıyla yaşa, hayata vefâlı ol. Düşmanlıkları unut, dostuna vefâlı ol. Öfkeyi, kini unut, ruhuna vefalı ol… 

Arama terimlerinizi girin Arama formu gönder
Genel içinde yayınlandı | Yorum bırakın