Özel Arama


   
 
  Şaban döğen hoca

Şaban DÖĞEN

Niçin çok seviyoruz Peygamberimizi?



 

Peygamberimizi çok seviyoruz. Çünkü o bizim varlık sebebimiz. Herşeye onun sayesinde ulaştık. O olmasaydı çok şey bizim için yok hükmünde olacaktı. Kâinat kitabını onun sayesinde okumayı öğrendik. Kâinatın her satırı, her cümlesi, her kelime ve her harfi derin anlamlar içeren bir kitap. İnsan da bir kitap. Hem de kâinatın küçültülmüş bir örneği, modeli olan bir kitap. Fakat bu kâinat kitabının dilini bilmek, anlamak, okumak için bilgi gerekli. Eğer bu kitabın bir öğretmeni olmazsa anlamsız bir kâğıt tomarından ibaret kalır.

İşte o öğretmen, başta Sevgili Peygamberimiz olmak üzere bütün peygamberlerdir. Karıncaları reissiz, arıları beysiz bırakmayan Cenâb-ı Hak insanları da başıboş bırakmamış, onlara da yol göstermesi için çeşitli dönem ve bölgelerde peygamberler göndermiştir. Sayıları yüz yirmi dört bini bulur bu peygamberlerin.

Güneşi ışıksız düşünemeyeceğimiz gibi Allah’ı da peygambersiz düşünemeyiz. Peygamber olmazsa ne Allah’ı isim ve sıfatlarıyla tanıyabilir, ne emir ve yasaklarını öğrenebilir; ne de iyiyi, kötüyü, helâli haramı bilebilirdik.

Sözler’de belirtildiği gibi, “Şöyle müzeyyen bir kâinatın, öyle mukaddes bir Saniine böyle bir Resûl-i Ekrem (asm), ışık şemse lüzumu derecesinde elzemdir. Çünkü, nasıl güneş, ziya vermeksizin mümkün değildir; öyle de, Ulûhiyet de, peygamber göndermekle kendini göstermeksizin mümkün değildir.”1

“Ben gizli bir hazine idim. Mahlukatı yarattım”2 kudsî hadis-i şerifi de bunu anlatmaz mı? Bu hadis-i kudsî, bize, insanın Allah’ın sıfatlarına bir ayna; mazhar ve muzhir olduğunu gösteriyor. Yani hem kendi üzerinde ve kâinatta gösterilen, hem de bunları başkalarına gösteren bir ayna.3

Bir yönüyle de saraya benzer kâinat. Envâ-ı çeşit nimetlerle ve sanat eserleriyle donatılan bu harika, büyüleyici, muazzam kâinatta sergilenen bunca eser, serilen bunca sofra şüphesiz bize birşeyler anlatıyor.

İşte şu kâinat sarayının tarif edici en birinci üstadı, öğretmeni olan Efendimiz (asm) bizlere, “Ey ahali!” diyor. “Şu kasrın meliki olan seyyidimiz, bu şeylerin izhârıyla ve bu sarayı yapmasıyla, Kendini size tanıttırmak istiyor; siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımaya çalışınız. Hem, şu tezyinâtla, Kendini size sevdirmek istiyor; siz dahi onun sanatını takdir ve işlerini istihsan ile kendinizi ona sevdiriniz. Hem, şu gördüğünüz ihsanat ile size muhabbetini gösteriyor; siz dahi itaat ile ona muhabbet ediniz…”4

Bediüzzaman Said Nursî’nin dikkat çektiği gibi eğer o en büyük Üstad Hz. Muhammed (asm) bulunmazsa, bütün maksatlar beyhude olur. Çünkü, anlaşılmaz bir kitap, muallimsiz olsa, mânâsız bir kâğıttan ibaret kalır.

Ahalinin o üstadın sözünü kabul edip dinlemesi de sarayın ayakta kalması açısından önemlidir.

Özetle üstadın varlığı, dünyanın var edilmesine; ahalinin dinlemesi de, sarayın ayakta kalmasına, devamına sebeptir. Öyle ise, denilebilir ki, o üstadın talimâtını, ahali dinlemedikleri vakit, elbette o saray, tebdil ve tahvil edilecek, yani Kıyamet kopacak, dünya değiştirilecek, yerini başka bir âleme bırakacaktır.5

Peygamberimizi sevmenin gerekçeleri elbet bunlardan ibaret değil. Daha birçok sebebi var.


---


Kalbe Peygamber aşkı düşünce


 

Bir Yahudî din adamı, yani bir hahamdı. Şam’da hayat sürmekteydi. Günün Tevrat’ını satır satır okumuş, âdetâ ezberlemişti. Allah’ın gönderdiği Tevrat değildi Tevrat. Bir çok âyeti değiştirilmiş, aslından uzaklaştırılmıştı. Ancak ne kadar değiştirilmiş olsa da bazı gerçekler yok değildi. Bunlardan birisi de Peygamberimizden (asm) bahseden âyetlerdi.

O günlerde son Peygamber çıkmış, insanları doğru yola dâvet etmeye başlamıştı. İslâmiyet gün geçtikçe yayılıyor, kuvvet buluyordu. Haham ise bunları duydukça için için kavruluyordu.

Bir de Tevrat’taki Hz. Muhamed’den (asm) bahseden âyetler yok mu? Onlar ise onu bütün bütün çileden çıkarmıştı. İlk gün dört sayfada Peygamberimizden (asm) söz edilmekteydi. O sayfaları çıkarıp yırttı. İkinci gün bu sekize çıkmıştı. Onları da yırttı. Üçüncü gün 24 yerde gördüğü aynı hakikat onu deliye döndürmüştü. Yırt yırt bunun sonu nereye varacaktı? Düşünceye daldı. Bu bir ikazdı. İlâhî bir îkaz. Neresine baksa son peygambere bir işaret bulmak mümkündü. Kitabın hepsi de yırtılamazdı ya!

Evet, Hz. Muhammed olsa olsa son peygamber olabilirdi. Bu gerçek görmezlikten gelinemezdi. Artık kararını verdi. Medine’ye gidecek, ona îmanını belirtecekti. Önce bir haham arkadaşına uğradı. “Yeter arkadaş, bizim bu yaptığımız” dedi, “Ben ona inandım. Medine’ye gidiyorum.”

“Şaşırdın mı sen? O bir sihirbazın tekidir. Gidip de ne yapacaksın?” diye karşılık verdi haham arkadaşı.

Kalbine iman aşkı düşen haham, “Hayır gideceğim” diyordu. “Şimdiye kadar kendimizi aldattığımız yeter. İş senin bildiğin gibi değil.”

Yola koyuldu. Uzun yolları tepip Medine’ye vardı. Köşe bucak Resûlullah’ı (asm) aramaya başladı. Karşısına nûr yüzlü birisi çıktı. Ona sordu. “Ben bir yabancıyım. Son Resûl’le müşerref olmaya geldim. Beni onun huzuruna götürür müsünüz?” dedi.

Bu nûr yüzlü insan Selmân-ı Fârisî’ydi. Resûl adını duyar duymaz ağlamaya başladı. Çünkü Kâinatın Efendisi (asm) ebedî âleme göç etmişti. Bunu bir aylık yoldan tâ çölleri aşıp gelen adama nasıl anlatacaktı? Bu gerçeği ona nasıl söyleyecekti? Onu alıp pâk kabrine götürmek istedi. Yolda yanına Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’yi de (ra) aldı. Mezarlığa vardılar. Büyük bir üzüntüyle Resûlullahın (asm) mezarını gösterip, “İşte o senin inanıp da yollara düşüp görmek istediğin zât burada yatıyor. O daha dört gün önce aramızdan ayrılıp âhiret yurduna gitti.

Gözyaşları sel olup akmaya başladı. Bu ayrılığa onun sevgili dostları nasıl dayansınlardı? Yeni Müslüman da kendini tutamadı. Gözyaşlarını pınar edip, “Onu gören varsa hiç olmazsa onları göreyim” diyor, dikkatle yüzlerini süzüyor, özelliklerini soruyor, öğrenince de, “Vallahi,” diyor. “Bunlar Tevrat’ta okuyup öğrendiklerime tıpa tıp uyuyor.”

Sonra da Peygamberimizin (asm) bir elbisesini istedi. Getirdiler giydi. Peşinden Kelime-i Şehâdet getirip, duâya başladı: “Ey Rabbim! Sen merhametlilerin en merhametlisisin. Eğer benim Sana ve Resûlüne olan îmanımı kabul ettiysen bu benim için en büyük mutluluk! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun.

“Ben Resûlünsüz duramam artık. Buracıkta benim canımı al da ona bir an önce kavuşayım.”

Duâ kabul olmuştu. Biter bitmez adam yere yıkıldı. Arzuladığı yüce Resûle kavuştu.

---

Acı ve üzüntü veren geçici lezzetler



 

Zevk ve lezzetlerin peşinde koştuğu gibi zaman zaman acı, üzüntü ve sıkıntılara da maruz kalabiliyor insan.

Zevk ve lezzetlere iradesiyle yönelirken bazan iradesi dışında üzerine acı, üzüntü ve sıkıntılar üşüşebiliyor.

Acaba hangisi daha kazançlı?

Acı, üzüntü, sıkıntı gibi görünüşte musibet gözüken şeylerin perde arkasını, sır ve inceliklerini bilmeyen insan “Birincisi daha kazançlı!” diyebilir. Oysa hangisinin hakkı verilebiliyorsa o daha kazançlıdır.

On iki imamdan birisi olan Zeynelâbidin Hazretlerinin şu duâsında bu gerçeği açıkça görmek mümkün. Şöyle yalvarıyor Allah’a: “Allah’ım, bedenimin şu ana kadar istifade ettiğim sağlık ve selâmetinden dolayı Sana hamd olsun. Vücudumda meydana getirdiğin hastalıktan dolayı da Sana hamd olsun.”

Görüldüğü gibi o büyük imam, sağlık nimetine hamd ettiği gibi, çoğu insanın farkına bile varamadığı hastalık için de şükrediyor.

Hastalık için sabretmek yetmiyor, sabırla üstesinden gelmeye çalışmak da yeterli değil. Ayrıca ona şükretmek de gerekiyor. İşte bu ince noktaya dikkat çekmiş Zeynelabidîn Hazretleri. Duânın devamında da buna açıklık getirmiş, sebebini açıklamış: “Ya Rabbi, bu iki durumdan hangisinin Sana şükretmeye daha lâyık, iki zamandan hangisinin Sana hamd etmeye daha uygun olduğunu bilemiyorum.”1

Lezzetler şükür içindir. Musibetler de şikâyete girmemeyi, tam tersi sabır ve şükretmeyi gerektirir. Hz. Süleyman (as) karıncanın sözünü işittiğinde tebessüm edip, “Ey Rabbim, bana, anne ve babama ihsan buyurduğun nimetlere şükretmeyi ve rızâna kavuşturacak işler yapmayı bana ilham et. Rahmetinle beni salih kullarının arasına kat”2 diye duâ etmişti.

Şükreden kazanıyor. Sabredip hamd eden de kazanıyor.

“‘Kadere iman eden kederden kurtulur’ kudsî kaidesini rehber et” diyen Bediüzzaman ise nefsi bu hususta şöyle susturuyor: “Hevesli, akılsız çocuklar gibi, muvakkat, ehemmiyetsiz lezzetlerin peşinden koşma. Düşün ki fani zevkler sana mânevî elemler, teessüfler bırakıyor; sıkıntılar, elemler ise, bilâkis manevî lezzetler ve uhrevî sevaplar veriyor. Zâten lezzetler şükür için verilmiş.”3

Demek nefis fanî, geçici ve ehemmiyetsiz zevkler, manevî acı ve üzüntüler bırakıyor. Allah yolunda çekilen sıkıntı ve acılar ise aksine mânevî lezzetler ve uhrevî sevaplar kazandırıyor. Aklı başında, uslu insanların işi değil böylesine acı ve hüzünler bırakan fanî zevklerin peşinde koşmak. Ancak hevesli, akılsız çocukların işi. Lezzetlerin şükür için verildiği unutulmamalı. Ruhu bedenine, kalbi nefsine, aklı midesine hakim olan ve lezzeti şükür için isteyen bir kimsenin ise leziz ve nefis şeylerden faydalanmasına hiçbir engel yok.

Ne dersiniz hangisi kazançlı: Acı ve üzüntü veren geçici zevk ve lezzetler mi? Yoksa büyük kazançlar sağlayan, sabredilen sıkıntı ve hüzünler mi?

Musibetlerin arkasındaki rahmeti görebilmek



 

İnsan bir musibete maruz kaldığında sızlar, inler. Bazan, dert yanıp, “Bu belâ da beni nereden buldu? Ne kusurum vardı da başıma geldi? Meğer ben ne kötü adammışım…” gibi bir sürü şikâyeti peşpeşe yağdırır.

Öyle mi olmalı? Olmamalı şüphesiz.

İnsana düşen “Rahmeti sonsuz Rabbim, eğer bu musibeti bana vermişse zulüm olsun diye vermiş olamaz. Yine rahmetiyle vermekte. Ben görünüşte musibet gözüken bu olayın arkasındaki sırları çözmeliyim” diye sabır ve tahammülle karşılayıp, soğukkanlılıkla musibetin sır ve hikmetlerini düşünerek üstesinden gelmek, kazançlı konuma girebilmektir.

Yunus Emre “Nârın da hoş, nurun da hoş” demiyor muydu? Aziz Mahmud Hudayî de “Hoştur bana Senden gelen / Ya gonca gül yahut diken. / Ya hil’atu yahut kefen, / Lütfun da hoş, kahrın da hoş” diyordu. “Lütf-u kahrı şey-i vahid bilmeyen çekti azap, / Ol azaptan kurtulup sultan olan anlar bizi” mısraları da Niyazi-i Mısrî’ye ait.

İmanda terakkî etmiş insanların gözünde musibetlerle nimetler arasında bir fark yok. Nimetle şükrettiren Allah, musibetle de sabrettirerek kulunu yine kazançlı hâle getirir.

Lütuf ve kahrı herkesin fark ettiğini söyleyen Mevlânâ, “Ancak kahırda gizlenmiş lütfu veyahut lütuf içindeki kahrı çok az kişi anlar” der. Bundan dolayı da, “Ey bütün ziyanları kâr eden! Sen varken bizim ziyandan ne korkumuz olur?” demeyi de ihmal etmez.

Musibetin bütün bütün şer olmadığına, bazan saadetin felâket olduğu gibi bazan felâketten de saadet çıktığına dikkat çeken Bediüzzaman da, her musibette bir cihet-i rahmet olduğunu söylüyor. Nefsi susturan fıkralarından beşincisinde de, “Hem, yüzer tecrübenle, ey sabırsız nefsim!” diye seslendiği nefsine şunları söylüyor: “Kat’î kanaatim gelmiş ki, zahirî musîbetler altında ve neticesinde, inayet-i İlâhiyenin çok tatlı neticeleri var. ‘Umulur ki hoşlanmadığınız birşey sizin için hayırlı olabilir’1 çok kat’î bir hakikati ders veriyor. O dersi daima hatıra getir. Hem, feleğin çarkını çeviren kanun-u İlâhî senin hatırın için—pek geniş kanun-u Kaderî—değiştirilmez.”2

Musibeti gülerek karşılamalı. Tâ ki küçülsün, tükensin. Mübarezede müthiş bir hasma karşı gülmekle, düşmanlığın barışa, husumetin şakaya dönüştüğünü, düşmanlığın küçülüp mahvolduğunu söyleyen Bediüzzaman, tevekkülle musibeti karşılamanın da böyle olduğunu söyler.3

Sonra görünüşteki musibetlerin altında ve sonucunda inayet-i İlâhiyenin çok tatlı sonuçları olduğunu düşündüğümüzde önümüze bir çok hakikatler, tatlı neticeler çıkar.

Musibetlerin geçici olduğu rahatlatır bizi. “Keyf gider. Sıkıntı ve zahmetin ise öyle lezzetli faydaları var ki o zahmeti hiçe indirir.”4

Şu sonuç da büyük ölçüde tesellî kaynağı: “En büyük saadetler büyük ve acı felâketlerin neticesidir.”5

Demek bütün mesele musibetlere takılıp kalmamak, arkasındaki rahmet izlerini görebilmek.


Nefsi susturan hakikatler konuşuyor



 

İnsanın en büyük düşmanının nefsi olduğunu, dış düşmanın yapamayacağı kötülükleri dahi insana yaptırabildiğini, eğitilmediği takdirde insanın başına belâlar açacağını biliyoruz.

İnsan ömrü boyunca hep bu düşmanın hücumuna maruz kalır. Ondan iyilik, sevgi ve dostluk beklenmez.

Nefis her an insanın boşluğunu kollar, fırsatını bulduğunda kaldırıp hemen yere atar.

Nefse karşı her an uyanık olmaz; hile ve desiselerinin farkında olmazsak mağlubiyet kaçınılmaz olur. Nefis bir bineğe benzer, yuları elde tutulur, hayra yönlendirilirse ondan istifade etmek mümkün olur.

İnsan nefis ve şeytanla mücadeleyle yükselir, kıymet kazanır. Nefse meftun olup arzu ve isteklerine esir olursa alçalır ve kaybeder.

Büyüklerin en dikkat çekici özellikleri nefisle olan mücadelede başarılarıdır. Onlar nefsi hizaya getirmeyi, susturmayı çok iyi bilir, onu eğiterek nefs-i mutmainne noktasına kadar götürürler. Artık nefis onların elinde uysal bir at hâline gelir.

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin nefisle yaptığı mücadelede elde ettiği zafer hayranlık uyandıracak derecededir. Nefsi susturmada büyük bir başarı elde etmiştir. Emirdağ Lâhikasına kaydettiği, “Bu sıkıntılı zamanda nefsim sabırsızlıkla beni tâciz ederken, bu fıkra onu tam susturdu, şükrettirdi” diye not tuttuğu, başının yanına astığı ve faydası olur diye talebelerine de gönderdiği beş fıkra gerçekten nefsi susturmada herkese yarayışlı hususlar. Bunlar üzerinde bir bir duralım.

Birinci fıkrada zevk alma hususu yer alıyor ve nefsini, “Ey nefsim! Yetmiş üç sene, yüzde doksan adamdan ziyade zevklerden hisseni almışsın, daha hakkın kalmadı” diye susturuyor.

Yüzde doksan insandan daha çok nasıl zevk almıştı Bediüzzaman Hazretleri?

İster dünyevî, ister uhrevî, ister maddî, ister mânevî olsun her şeyin olduğu gibi zevkin de bir kemâli, olgunluk noktası vardır. Ağzının tadı bozulmuş bir insanın bir elmadan aldığı zevk ve lezzetle, tad alma duygusu güçlü bir insanın zevk alması arasında dağlar kadar fark vardır. Sıradan bir insanın elmadan aldığı lezzet sadece elma lezzetiyle sınırlı iken onun şuurunda olan bir insan, elmanın Cenâb-ı Hakkın bir ikram ve hediyesi, bir kudret mu’cizesi olduğunu hissederek yediği için lezzeti bin kat daha artar. Sonra açlıkla tokluk meselesinin de farkı vardır zevk ve lezzet almada. Aç bir insana kuru bir ekmek de verilse baklava börekten lezzetli gelirken, tok insana en nefis yemekler de verilse tadını pek alamaz. Nimetten istifa eden büyükler sadece mide olarak değil, ruhen ve kalben de o nimete karşı açlık hissettikleri için nimetin zevk ve lezzetini tam alır, hakkıyla şükretmesini bilirler.

Ya mânevî zevkler? Neyin ne olduğunu; hakikat, sır ve inceliklerini çok iyi bilen bu büyükler için mânevî zevklerine sınır yoktur. Maddî zevklerle kıyas edilmez mânevî zevkleri. Her şeyi bastıracak derecede büyük ve üstündür.

Anlamaya çalıştığmız şu kısa izahlar, Üstadın, “Ey nefsim! Yetmiş üç sene, yüzde doksan adamdan ziyade zevklerden hisseni almışsın, daha hakkın kalmadı” sözünün ne kadar anlamlı olduğunu göstermiyor mu?

Herşeyi Allah'tan istemek



 

“İzzet ve azamet ister ki esbab,

perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.

“Tevhid ve celâl ister ki esbab

ellerini çeksinler te’sir-i hakikiden.”

Risâle-i Nur’da yer alan bu ifade bize kâinatta herşeyin bir sebebe bağlandığı, sebeplerin de ancak bir perde ve iş yapanın ise Sonsuz Kudret olduğunu gösteriyor.

Büyük bir zat bize bir hediye gönderecek olsa ya bir adamıyla veya posta yoluyla gönderir. Kendi ayağıyla getirmez. Bu izzet ve büyüklüğünün gereğidir.

Bunun gibi buğday isteyen tarlasını sürüp tohumunu saçacak, gerekenleri yapıp rızkı Allah’tan bekleyecek. Meyve isteyen ağaç dikip yetiştirecek, meyveyi ağaçtan değil Allah’tan isteyecek.

Allah buğdayı da, meyveyi de isteseydi gökten yağdırabilirdi. Ama bu, hem büyüklüğüne, hem de imtihan sırrına ters düşerdi. O zaman herkes açıkça inanır, iyiyle kötü eşit hâle gelirdi.

Bu işte sebeplerin ise perde olmaktan öte hiçbir etkisi yok. Toprak bizi tanıyıp, bize merhamet edip de buğday veremez. Toprak, hava, su, güneş gibi bütün sebepler acizdir. Rızkı yaratan, gönderen, etkili olan ancak sonsuz kudret sahibi Allah’tır.

Onun içindir ki mü’min tevekkül gereği sebeplere sarılsa da sebeplerin yaratmada hiçbir etkisi olmadığını bilir, sonucu Allah’tan bekler. Rızkı veren sadece Allah’tır. Menfaat de, zarar da Onun elindendir, Ondandır. O dilerse bütün dünyayı insanın önüne serer, dilerse zırnık koklatmaz.

İşte bu duyguyla her gün, kıldığımız beş vakit namazda en az kırk defa okuduğumuz Fatiha’da, “Ancak Sana ibadet eder ve ancak Senden yardım dileriz” derken maddî-manevî her türlü yardımı Allah’tan istediğimizi dile getiririz.

Kâinatta zerreden küreye kadar herşey Allah’ındır. İsterse kuluna istediğini verir. Rızkı Allah’tan ister insan. Çalışır, çabalar, üzerine düşenleri yapar, sebeplere sarılır öyle ister. Dilerse Allah verir.

Geçim sıkıntısı mı çekiyoruz? Hâlimizi Allah’a arz edip Ondan yardım isteyeceğiz. O da bize kapılarını açacak. Sebeplere, yani insanlara dert yanmakla bir yere varamaz insan. Bakın şu hadis-i şerif bu hususta ne kadar uyarıcı: “Kim geçim sıkıntısından dolayı insanlara dert yanarsa, ihtiyacı karşılanmaz, sıkıntısı giderilmez. Fakat kim geçim sıkıntısını Allah’a arz ederse Allah onun sıkıntısını giderip onu bolluğa kavuşturur.”1

Kur’ân da bu dersi vermez mi? Bir âyetinde şöyle buyurur Rabbimiz: “Kim Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınırsa Allah ona bir çıkış yolu gösterir. Ve onu ummadığı bir şekilde rızıklandırır. Allah’a tevekkül edene Allah kâfîdir. Allah emrini mutlaka gerçekleştirir. Allah herşeye bir ölçü takdir etmiştir.”2

Demek herşeyin dizgini elinde, herşeyin hazinesi yanında bulunan, her iş emir ve izniyle halledilen Allah’ı bulan, yani Ona bütün gönlüyle inanan kimsenin altından kalkamayacağı, çözemeyeceği hiçbir mesele yoktur.

Evet, “Allah’ı bulan herşeyi bulur. Onu bulunamayan ise hiçbirşeyi bulamaz. Bulsa da başına belâ bulur.”


İnsan nasıl mutlu veya mutsuz olur?



 

Ne zaman ve nasıl mutlu olur veya mutsuz oluruz? Bunun için bir çok sebep sayılabilir. Bu hususta şüphesiz en doğru hüküm, Yaratıcının ve O'nun Elçisinin koyduğu kural ve verdiği hükümlerdir. Bir hadis-i şerifte dikkat çekilen şu husus insanın mutluluk veya mutsuzluğunun ölçüsünü vermektedir.

Bu hadis-i şerifte insanın Allah tarafından kendisi için takdir edilene razı olmasının mutluluğundan olduğu bildiriliyor. Mutsuzluğu da Allah’tan iyilik istememesi ve Allah’ın kendisi için takdir ettiğine rıza göstermemesidir.1

Ne muazzam bir ölçü değil mi? Sadece bu ölçüye uysa bile insanın mutlu olmamasına imkân yoktur. Düşünün bir kere! Allah’a bütün gönlüyle inanmış, zarar ve menfaatin O'nun elinde olduğunu kabullenmiş bir insan! Ona bolluk ve bereket verecek olan ise Allah. Öyleyse O'na tevekkül etmekten başka ne yapabilir ki?

Evet, inançlı bir insan için O'na tevekkülden başka yol yoktur. Ve böyle bir kimsenin mutlu olmaması için de hiçbir sebep yoktur.

Önce kişi çalışır, işin kural ve kaidelerine göre hareket eder, yapılması gerekenleri bir bir yapar. Cenâb-ı Hak da az veya çok ona birşeyler ihsan eder. Demek hakkından hayırlısı buymuş. Yoksa tenbel tenbel oturup, “Eh, ne yapalım, kaderimizde ne yazılmışsa başımıza o gelir, o kadar kazanırız” demenin dinle, imanla ilgisi yoktur. Bu tenbelliğe kılıf uydurmaktan başka birşey değildir. Kur’ân, “İnsan için çalışmaktan başka birşey yoktur”2 buyurmuyor mu?

Öyleyse insan çalışıp Allah ne takdir etmişse ona razı olacak. Mesnevî-i Nuriye’de ne güzel dile getirilmiş. Deniliyor ki: “Her şey kader ile takdir edilmiştir. Kısmetine razı ol ki rahat edesin.”3

Kişi üzerine düşenleri yaptıktan sonra, “Rabbim, bana bu kadar takdir etmiş. Demek hayırlısı buymuş” der, rahatlar, huzur bulur.

Gözü sürekli yukarılarda olan insan ise kısmetine razı olmaz, “Bu kadar da olur mu? Falan daha çok kazanıyor, benimkisi niye az?” der, kanaatsiz ve şikâyetçi tavrıyla hâlinden memnun olmaz, şikâyetten kendini alamaz. Böyle bir insanın mutsuz olması ise kaçınılmazdır. Hani, “Kadere iman eden, kederden emin olur” demiyor muyuz?

Kadere iman her şeyin Allah’ın takdiriyle olduğunu kabulü gerektirir. “O ne takdir etmişse demek hakkımızda hayırlısı buymuş. Bizi bizden daha iyi bilen O olduğuna göre, görünüşte az bile verse, belki o hakkımızda çoktan daha hayırlı. Kimbilir o çoklara kavuşsak yoldan çıkacağız, istikametimizi koruyamayacağız, günahlara dalacağız” diye düşünür.

Evet, O'na teslim olmak bütün meseleleri çözmeye yetiyor. Hem Kur’ân’da yer alan her şeyin takdir edilmiş olduğunu bildiren şu hakikat de insanı yatıştırmaya yetmez mi? Bu Kur’ânî hakikat insanı kaybettiğinde üzülmekten, birşey elde ettiğinde de şımarmaktan alıkoymaktadır. Çünkü yeryüzünde vuku bulan her hadise ve başımıza gelen her musibet yaratılmadan evvel bir kitapta yazılı bulunmaktadır, yani takdir edilmiştir.4

Demek kısmetine razı olan mutlu, olmayan ise mutsuz olur.

E-Posta: sdogen99@ttnet.net.tr

senolberk adlı kişiyi Twitter'da takip etşu fâni âlemde şerefsizce yaşayanlara... Âdiliğinize boncuk takın ki NaZaR değmesin...
 
www.senolberk.tr.gg
FACEBOOK Şenol BERK
 
güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır...BEDİÜZZAMAN
 

ISTANBUL

şenol berk
 
TAMAMEN KİŞİSEL...online








 
Bugün 4 ziyaretçi (8 klik) kişi burdaydı!

ANASAYFA   KUR'AN-KERİM   RİSALE-İNUR   FIKIH   İYİHABER   BİLİYORMUSUN   YAZARLAR   MAKALE   İLAHİ   MÜZİK   VİDEO   FİLMİZLE   SOHBETDİNLE   GALERİ   RD-TV   LİNKLER   FORUM   ZİYARETCİDEFTERİ

Özel Arama

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?

Ücretsiz kaydol